İnsan Neden Kendini Beğenmez?
Uzun zamandır yazma yolculuğumun ara devresindeydim. Elime kaç kere kalem-defter aldım hatırlamıyorum. Her seferinde en fazla bir iki satır karaladım ve bıraktım. Bir şeyler ham ve eksik hissettiriyordu. Şuan anlıyorum ki klavyede yazmam gerekiyormuş. Kağıdın narinliği, kalemin rengi, yazmak için müsait bir zaman vs. derken yazma fikri beni yoruyormuş. Ne gariptir ki şimdi klavyeden karaladığım bu satırlar sanki bundan bir yüzyıl öncesinin daktilosuymuş gibi hissettiriyor. Hoş, hiç daktilo ile yazı yazmama rağmen.
Konunun başlığı her ne kadar ilk paragrafla alakasız olsa da benim girişlerim böyle oluyor işte. Başlangıçta ufak bir durum değerlendirmesi. Sonrası neden bu şekilde ilerlediği ve asıl konu… Yıllar önce yazma kulübüne ilk katıldığımda henüz hamdım. Şimdinin bir iki arpa tanesi kadar gerisinden bahsediyorum. Hani şu tekerlemelerde olan var ya “Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. Döndük baktık bir arpa boyu yol gittik”. Hem kulüp başkanı olan hem de üniversiteden öğretmenim olan hocam yazılarıma bakıp demişti ki “Ömer Faruk birçok tekrarlayan kelimelerin, düşük anlamlı cümlelerin var. Bunları bilerek mi bu şekilde yazıyorsun yoksa ben söyleyince mi fark ettin?”. Evet yazılarımda okurken bir ağırlık veya okurken durup cümlenin başına gönderen bir durum vardı. Bunun ben de farkındaydım. Sorunun ne olduğunu anlamamıştım sadece. Yazdığım yazının çıktısında tüm bunların altı çizilince fark etmiştim ve o an hocama bakıp “Bilerek yaptım hocam!” demiştim. Konu bu şekilde kapanmıştı. Artık tüm bu aleyhime olan durumu lehime çevirecek ve “Ben böyle yazıyorum. Benim yazılarımın karakteristiği budur!” diyecektim. Ancak aradan zaman geçtikçe tüm bu çıkışlarım yavaş yavaş kendimi yazmaktan soğutacak ve uzun süre elime ne kalem-kağıt ne de klavye (!) almayacaktım.
Şuan bu yazıyı yazmamın ve sanıyorum ki hiç değilse biraz olsun bu endişelerimi kırmamın sebebi tüm bunların üzerinden bir nebze olsun gelebilmiş olmam. Kısa bir süre önce sevdiğim bir kişi kendi aramızda “En iyi öğrencimsin!” dediğim biricik kuzenim evlendi. Enişte Bey yurt dışında. Haliyle kızımız da artık yurt dışında ve gurbetin hasretliğini iliklerimize kadar yaşıyoruz. Sağolsun Enişte Beyimiz de biricik çıktı da gönlümüz büyük ölçüde rahata erdi. konuya girecek olursam ki henüz girizgahta mıydık ya da çoktan okumayı bıraktım diyenler olacaktır. Yaklaştık efenim. bu gurbete gidişler gelişler bende bir mesajlaşma trafiği başlattı. Saat farkları müsâitlik durumları vs. derken canım kuzenimle o çok sevse ben hiç sevmesem dahî mesajlaşmak zorunda kaldım. Bana aklıma gelince o kişiyi aramak hem daha pratik hem de daha samimi gelmiştir. Neyse o konuları da aşıyorum yavaş yavaş. Kendimden mi uzaklaşıyorum. Yeni bir Ömer Faruk mu doğuyor onu zaman gösterecek. Yine duygu sellerinin aktığı bir vakitte. Bunları da mesaj ile iletirken. Şöyle bir dönüş aldım “ Yahu kuzen, öyle bir mesaj göndermişin ki tekrar tekrar okudum ve sanki çok ünlü bir yazarın kitabından alıntıymış gibi geldi”.
O günden beridir düşünüyorum. Beni yazmaktan soğutan şey neydi veya nelerdi? Niçin küsmüştüm kendime, aklıma ve kalemime? Kırgın mıydım, yanlış mıydım yoksa sadece eleştirilerden mi kaçıyordum? Tüm bu hengâmenin içinde şunu fark ettim. İçimde öylesine büyük bir yetersizlik ve değersizlik duygusu vardı ki insanların beni beğenmeyeceğini düşünüyordum. Yazdığım hiçbir yazı bana yeterli ve güzel gelmiyordu ki insanlara nasıl yeterli ve güzel gelsin? Kendimi ve yaptığım işleri beğenmeyişim (ki aslında bakıldığında bu insanı kamçılayan ve mükemmelliğe giden yolda [tabi varsa öyle bir yol] seviye atlatacak bir şey) tüm bunların nedeni. Yılmadım durmadım daha da derinlere indim. (Benim bir tek derdim var o da kendim). Ben kendimi ve insanları beğenmiyorum. Bu durum insanlar beni beğenirse eğer kendime söylediğim beğenilmezlik yalanı ortaya çıktığı için kendi içim de bir paradoksa dönüşüyor. Kendi yalanıma kendimi inandırmak için bu sefer hiçbir şey yapmıyorum ve insanlara şunu ispatlamış oluyorum (!) “Bakın ben işe yaramaz ve değersiz biriyim. Benim işim her zaman kötü olur. Beni sevmeyin. Yaptığım işi ne taktir edin ne de beğenin!”.
Bilinçaltı ve dolayısıyla beynimiz sürekli sorun çözme odaklı. İkililiği hiç sevmiyor. Yanlış da olsa seçeneklerden hangisine inanıyorsa ya da insanlardan kime güveniyorsa onu haklı çıkarmak için kendini ikna ediyor. İnsan farkında olsa da olmasa da bu durum bu şekilde sürüp gidiyor.
Gelelim “İnsan neden kendini beğenmez” e. Çünkü insan ilk çağlardan beridir kendini daha iyi olmaya ve daha güçlü olmaya odaklandırmıştır. Bu çerçevede toplumlar ve medeniyetler inşa etmiş. En kanlı savaşları vermiş. gerek ailesinden küçüklüğünden beridir elinden gelenin en iyisini yapmaya gerek güzel motivasyon cümleleriyle gerek hakaretlerle gerek de kafasına vurularak öğrenmiştir. İnsana çevresi tarafından yüklenen. İnsanında kendisine yüklediği bu gizli sözleşme kendisi üzerinde beklentiler yığını oluşturmuş. Bunun neticesinde hayatındaki bâdireleri atlattıkça sanki “İşte şimdi oldu!” demiş ancak son nefesine kadar bu kısır ve nâkıs döndü devam etmiştir ve edecektir. İnsanoğlunun içinde bulunduğu hep daha iyisini daha güzelini daha fazlasını yapma, yapabilme ve yapabileceğini umut etme aşkı hiçbir zaman bitmeyecektir.
-Yazıyı okudun kısa bir soluk aldın ve uzaklara bakmaktan sıkıldıysan ve biraz daha okuyasın varsa:
Ana fikre girişteki uzunluk ve gelişmenin yavaş ilerlemesi sonucun da bir iki paragrafta çabucak verilmesi bir Ömer Faruk klasiği olup. Tüm yazılarım da hemen hemen bu şekilde yerini alacaktır. Bundan kaçış yok ben kabullendim sevgili okur. Sanırım beni sevecek ya da sevmeyecek olanlar da bu şekilde kabullenecek. Bu -tire atıp sona eklediğim kısım sanki bir video içeriğinin sonunda izleyiciyle selamlaşma hâl hatır sorma gibi olmadı mı? Bence yazılara da yeni renklerin ve akımların gelmesi şart. Umarım tek ben bulmuşumdur da. Birisi çıkıp “şu yazar da bu şekilde yazıyor ki. Tek sen değilsin ya” demez. :)
Kendimizi yeri geldiğinde başkalarına yaptığımız gibi koşulsuz sevebileceğimiz yarınlara! Hoşça kalın efendim. ❤
Yorumlar
Yorum Gönder